Ünlü psikolog David Rosenhan, 1973 yılında, yani tam 47 yıl önce bizlere her şeyin göründüğü gibi olmadığını gösteren ilginç bir deneye imza atmıştır. Bu deneyin amacı, “psikiyatrik teşhislerin ne kadar güvenilir” olduğunu tespit etmektir.
Rosenhan, içinde psikolog, psikiyatrist ve pediatrist meslek gruplarından 8 kişilik bir grup oluşturmuştur. Gruptaki her bireyin akıl sağlığı da yerindedir. Bu 8 kişi, ABD’nin farklı yerlerindeki hastanelere giderek “ses halüsinasyonlarından” şikayetçi olduklarını söyleyerek başvurmuştur. 7 kişiye başvuru sonucunda “şizofreni” ve 1 kişiye “manik-depresif” tanısı konmuştur. Deneye katılan 8 kişi de hastanede kalmış ve her ne kadar tamamen kendi normal davranışlarını sergilemeye başlasalar da ortalama olarak 50 gün boyunca hastanede tutulmuşlardır. Sahte davranışlarından vazgeçen bireylerin davranışları, doktorlar tarafından dosya kayıtlarında yer almıştır.
Farklı hastanelerde yer alan doktorların hiçbiri hastaların “sahte” olduklarını anlamamıştır. Deney, sahte hastaların hastanelerden taburcu olmasının ardından açıklanmış ve hastaneler bu duruma karşı tepki göstermiştir. Böyle bir hatanın kesinlikle yapılamayacağını ve teşhislerin ise tamamen doğru olduğunu savunan doktorlar, Rosenhan’a meydan okumuştur. Rosenhan ise doktorların meydan okumasını kabul ederek 3 ay boyunca hastanelere bir veya birden fazla sahte hasta yollayacağını ve bunun üzerine sonuçları görmek istediğini söylemiştir. Deneyin ilginç kısmı ise buradan sonra başlamaktadır.
3 ay boyunca 8 hastane de çok sıkı bir şekilde çalışmış ve bu dönemde hastaneye başvuran toplamda 193 kişi olduğunu, 41’inin sahte hasta ve 42’sinin ise şüpheli hasta olduğuna karar verilmiştir. Kalan 110 hasta ise hastanede tedavi altına alınmıştır. 3 ay tamamlandıktan sonra doktorların verilerini inceleyen ve kendi tezini de kanıtlayan Rosenhan şöyle demiştir, “3 ay boyunca hastanelerinize hiçbir hasta göndermedim…”
Peki bizler bu deneyden ne çıkartmalıyız?
Her Şey Sandığımızdan Çok Farklı
İnsanları tanımaya çalışırken ya da bir olay karşısında üçüncü kişiler hakkında yorum yaparken (vb. tüm olaylar) önyargılarımızın esiri oluyoruz. Empati yeteneğimizden yoksun bir şekilde olaylara bakıyor ve inceliyoruz. Fakat unuttuğumuz şey, her şeyin göründüğünden ya da sandığımızdan çok farklı olması…
Eşimiz eve geç geldiği zaman kızıyoruz fakat iş yerindeki patronu tarafından mesaiye bırakıldığını bilmiyoruz. Arkadaşımız söz verdiği halde buluşmaya gelmediği için kırılıyoruz fakat ailesi nedeniyle gelemediğini bilmiyoruz. Magazin programlarını gün içerisinde izliyoruz fakat o ünlünün gerçek yaşamını, karakterini bilmeden yorum yapıyoruz. Sokakta el ele gezen herkesi evli sanıyor, kız ve erkek aynı evi paylaşınca sevgili olduklarını düşünüyor, arkadaşlıklarını kabul edemiyoruz.
Çünkü önyargılarımız bakış açılarımızın önüne geçiyor. Kendimizi “Ben onun yerinde olsaydım, kesinlikle öyle yapardım/yapmazdım.” diyerek kandırıyoruz. Yaşanılan olayı hissetmeden, o durum başa gelmeden ve aynı koşullar söz konusu olmadan anlamamızın mümkün olmadığını kabul etmek istemiyoruz. Fakat çok çabuk bir şekilde bizlere derdini anlatan kişileri “Neden böyle söylemedin?”, “Neden öyle yapmadın?” diyerek yargılayabiliyoruz.
Görünen Göründüğünden Çok Farklıdır
Görünenin, göründüğünden çok farklı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bir dağın zirvesine çıkmak, en yüksek noktaya ulaştığımızı hiçbir zaman göstermez. Zirveye ulaşmak, başka zirvelerin olduğunu görmek demektir aynı zamanda. Çünkü, insanoğlu doyumsuzdur. Hep daha fazlasını bilmek, öğrenmek, edinmek ve sahip olmak ister. Dolayısıyla tırmandığınız o dağ, sizin için bir başarı olsa da mutlaka bir başkasına göre başarısızlık olur. Bir başkasına göre basit kalır. Bir başkası için ise hayatınızda yaptığınız en mükemmel şeydir. Herkesin kendi bakış açıları olduğunu da bu nedenle kabul etmemiz gerekir.